SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI” * DOĞA KORUMACILIĞI
ALANINDA NELERİ, NASIL YAPMALI ve YAPMAMALI?
Yücel ÇAĞLAR
Milli Prodüktivite Merkezi Araştırma Bölümü Başkanlığı
Gelibolu Sokak, No: 5, 06690, Kavaklıdere- ANKARA
Telefon: 0/312/467 55 90
e-posta: oduncugil@yahoo.com
“SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI” * DOĞA KORUMACILIĞI
ALANINDA NELERİ, NASIL YAPMALI ve YAPMAMALI?
ÖZET
Gerek “sivil toplum kuruluşları” gerekse “doğa korumacılığı”, şimdilerdeki dillendirdiği anlamlarıyla ülkemizde yeni sayılabilecek kavramlardır. Bir yandan yeni olması bir yandan da kavramların kullanılmasında gerektiğince özenli davranılmaması, çeşitli anlaşmazlıklara ve kimi durumlarda da çatışmalara yol açmaktadır. Oysa iki kavram ve ilişkili oldukları olgu ve oluşumlarla ilgili tartışmalar ve uygulamalar kamusal yaşamı doğrudan ve dolaylı olarak etkilemektedir. Öte yandan, söz konusu tartışmalar ve uygulamalar sırasında çoğunlukla egemen ekonomik, toplumsal ve kültürel ilişkiler ile bu ilişkilerdeki değişmeler ve gelişmelerden soyutlanılmaktadır. Bu durum, gerçekçi çözümlemelerin yapılabilmesini, büyük ölçüde rastlantılara bırakmaktadır. Bildiride, ağırlıkla, bu türden olumsuzluklar ve yol açabileceği sorunlar örneklenmekte; bu örneklerden hareketle de kimi tezler tartışmaya açılmaktadır. Bildiride ayrıca, “sivil toplum kuruluşlarının”, verili ekonomik, toplumsal, kültürel ve yapısal koşullarda “doğa korumacılığı” alanında öncelikle üstlenebileceği işlevlere ilişkin öneriler getirilmektedir.
WHAT AND HOW “NON-GOVERNMENTAL ORGANIZATIONS” * SHOULD DO AND NOT DO IN THE FIELD OF NATURE PROTECTION?
ABSTRACT
Both “non-governmental organizations” and “nature protection” with their recent meanings are new concepts for our country. The novelty and inelaborate use of these terms result in various misunderstandings and also in some cases in conflicts. However, discussions and practices concerned with these two concepts and their related facts and developments, have direct and indirect effects on public life. On the otherhand, ruling economical, social and cultural relations and changes and developments in these relations are not included in these discussions and practices. This situation leads to that realistic solutions happen usually by chance. In this paper, examples are given related to such negations and the problems they arise. In the light of these this examples, some propositions are discussed. In addition to these, this paper also states proposals about the privileged functions of “non-governmental organizations” in the field of “nature protection” under the current economical, social, cultural and structural conditions.
Calling syndicates, profession chambers, cooperative societies and their unions, associations, funds and similar organizations as “non-governmental organizations” is a certain kind of political expression. I do not adopt the vision which is the basis of this expression; I feel meaningful that the vision, I adopted, calls these organizations as “democratical mass organizations” . However, to facilitate communication, I use the name called “non-governmental organizations” (“NGOs”) in this paper.
I- AÇILIM
Düşünsel donanımın gelişkin olmadığı toplumlarda kavramlar, çoğunlukla gerektiğince sorgulanmamaktadır. Dahası, çoğu durumda, “kavramlar” ve “terimler” birbirine karıştırılabilmektedir. Öyle ki, ülkemize de taşınan “sivil toplum kuruluşları”, “katılımcılık”, “sürdürülebilirlik”, “performans” vb kavramların rastgele, özensiz biçimde kullanılması, içinden kolaylıkla çıkılamayacak bir “düşünsel kirlenmeye” de yol açmıştır. Böylesi toplumlarda “bilgi” ve “kültür” kavramlarının bile birbirlerinden gerektiğince ayrılmaması, bu kirlenmenin boyutlarını ortaya koyan anlamlı bir göstergedir. Dolayısıyla, bireyler, topluluk ve toplumlar ile kurum ve kuruluşlar arasındaki iletişimin etkenlik düzeyi yeterince yükseltilememektedir. Günümüzde iletişim araçlarının çeşitliliği ve gelişkinliği ile yaygın kullanımına karşın bu olumsuzluğun, özellikle görece olarak az gelişmiş toplumlarda giderek daha da pekiştiği gözlemlenmektedir. Bir yanıyla bireysel ve toplumsal kültürün ekonomik, toplumsal ve siyasal değişme ve gelişmelerle koşut hız ve biçimde değişememesiyle açıklanabilecek bu durumun Türkiye’de de hemen hemen tüm etkinlik alanlarında yaşandığını düşünüyorum. “Sivil toplum kuruluşları” (STK) söylemiyle oluşturulan kavramsal ve olgusal çerçeve, bu yanıyla da önemli bir örnektir: Sözgelimi, bu çerçevede; i)“STK’larla” amaçlananın ne türden örgütlenmeler olduğuna çoğunlukla herhangi bir açıklama getirilmemektedir; ii) “STK’lara” gerçeklikle bağdaştırılabilmesi en azından tartışmalı işlevler yüklenebilmektedir; iii) STK kurucularının, üyelerinin, temsil ettikleri kesimlerin toplumsal, kültürel ve dolayısıyla davranışsal özellikleri; “STK’ların” kimler tarafından, ne zaman, ne türden amaçlarla gündeme getirildiği; ülkelerarası çeşitli kuruluşlar tarafından çeşitli düzey ve biçimlerde desteklenme gerekçeleri; resmi söylemde de öne çıkarılmasına karşın karar süreçlerine işlevsel olarak katılabilme düzey ve biçimleri; başarılı ve başarısız oldukları alanlar ve nedenleri; yol açtığı bireysel, toplumsal, kültürel ve özellikle de siyasal değişme ve gelişmeler; kısıt ve olanakları; etkinliklerinin etkenlik düzeyleri ile içinde bulundukları evrim süreci hemen hemen hiçbir düzlemde sorgulanmamaktadır. Dolayısıyla, “STK’lar” evreninde yaşamsal önemde anlam ve işlev kaymaları/sapmaları, kaynak savurganlıkları yaşanmaktadır.
Öte yandan, ülkemizde “doğa korumacılığı” alanında da benzer olumsuzlukların yaşandığını düşünüyorum: Sözgelimi, ülkemizde, bugüne değin hazırlanmış “eylem planı” niteliğindeki onlarca belgeye, oluşturulmuş örgütlenmelere, gerçekleştirilmiş hukuksal düzenlemelere karşın; i) “doğa” kavramının, “doğal” sayılacakların neleri çağrıştırdığı; ii) “koruma” eyleminin nerelerde, nasıl anlaşılması gerektiği; iii) “doğanın” yersel olarak hangi öğelerinin, süreçlerinin öncelikle korunacağı; iv) “doğanın” öncelikle hangi öğelerinin ve süreçlerinin nelere, hangi süreçlere ve daha da önemlisi kimlere karşı nasıl korunabileceğinin ya da korunmasının zorunlu olduğu konularında, en azından “taraflar” arasında yeterince yaygın bir uzlaşı sağlanamamıştır. Bu alanda yaşanan düşünsel ve davranışsal çeşitlilik kimi nedenlerle çatışmalara, kırgınlıklara; dolayısıyla da, özellikle “doğa korumacılığı” alanında yaşamsal önem taşıyan uygulama sürekliliğinin ve tutarlılığının sağlanabilmesini güçleştirmekte, kimi durumlarda da olanaksızlaştırmaktadır.
“STK’lar” ile “doğa korumacılığı” alanlarının bu olumsuzluklarıyla bir araya gelmesinin ve/veya getirilmesinin kalıcı başarımları engellediğini, güçleştirdiğini düşünüyorum. Bu nedenle, <<“STK’lar” Doğa Korumacılığı Alanında Neleri, Nasıl Yapmalı ve Yapmamalı?>> sorusunun gerçekçi biçimde yanıtlanabilmesi için, “STK’lar” ve “doğa korumacılığı” alanlarına ilişkin bu olumsuzlukların göz önünde bulunduran bir açılımı gerekli görüyorum.
II- SAPTAMALAR ve TEZLER
<<“STK’lar” Doğa Korumacılığı Alanında Neleri, Nasıl Yapmalı ve Yapmamalı?>> sorusu, daha önce de değinildiği gibi iki boyutlu bir evrenle ilgili kimi saptamaların yapılmasını gerektiriyor. Bu nedenle, tartışmaya, bu aşamada; <<- “STK’lar” nedir, ne değildir?>> soru cümleciğiyle başlamanın yol açıcı olacağını düşünüyorum.
Giderek yaygınlaşan kanıya, üstlendirilmeye çalışılan işlevlere bakılırsa “STK’lar”, artık “her şeydir”. Hayır, değildir. Çünkü sınıflı toplumlarda, sınıfsal ilişkileri dönüştürebilecek olan sınıf örgütleridir. Sınıf örgütleri ise, öteden beri bilinen biçimleriyle sendikalar, sınıf temelli siyasal partiler, üretici örgütlenmeleridir. Aşağıda da sergileneceği gibi, “STK’lar” evreni ise yalnızca sendika ve siyasal partilerden oluşmuyor. Bu evrende, dernek, vakıf ve kooperatifler ile hiçbir tanımlı yapıya uymayan başka birliktelikler de vardır. Daha açık bir söyleyişle, “STK’lar” evreninde; i) yalnızca sınıfsal temelli örgütlenmeler bulunmamaktadır; ii) yer alan örgütler yapısal olarak türdeş değildir; iii) yer alan dernek, vakıf, platform vb örgütlenmelerin üyelerini çoğunlukla farklı toplumsal, kültürel, siyasal, ekonomik özelliklere sahip bireyler oluşturmaktadır; iv) sayısal olarak üretim sürecini değiştirebilecek güce sahip olmayan dernek ve vakıflar gibi örgütler çoğunluktadır. Ne var ki, nesnel olarak sınıfsal ilişkileri dönüştürebilecek güçleri bulunmasa da yaşamsal önemde işlevler üstlenebilecek gizilgüce sahiptirler. Sözgelimi, “STK’lar”; bireylerin sahip olduğu özelliklerin ve yetilerin ayırdına varabilmesine; özellik ve yetilerini sergileyebilmesine ve kendisini geliştirebilmesine; dolayısıyla da toplumun demokratikleşme sürecine doğrudan ve dolaylı katkılarda bulunabilmektedir. Dahası, sorun alanı ve/veya yöre, ülke ve hatta ülkelerarası düzlemlerde; özellikle de doğal, tarihsel ve kültürel varlıkların, insan haklarının korunması gibi kamusal sorun alanlarında göz ardı edilemeyecek başarılar da elde edebilmektedir. Bu nedenle, bence “STK’lar”, deyiş yerindeyse “herşey” sayılmamalı; ancak, “doğru” alanlarda, “doğru” çalışma biçimleriyle yaşamsal önemde başarılar elde edebilme gizilgüçleri de göz ardı edilmemelidir. Açıktır ki, bu bağlamda da; <<- “Doğru” alan ve çalışma biçimleri nedir ?>> sorusunun yanıtlanması gerekmektedir.
Bilindiği gibi, her türlü kurumsal düzenleme gibi “STK’lar” da üst yapı kurumlarıdır ve her türlü özelliği, yine bir üst yapı kurumu olarak egemen üretim ilişkilerinin bir boyutu/türevi olan genel, ülkesel, toplumsal ve bireysel kültürel yapının özelliklerine göre biçimlenmektedir. Bu nedenle, “STK’lar” evreni, çok boyutlu bir sorgulama alanıdır ve bu alana ilişkin her türlü değerlendirme, doğal olarak bakış açısının özelliğine bağlı olarak değişmektedir.
Bu bağlamda öncelikle “STK’lar” için bir tanımsal çerçeve oluşturmayı deneyeceğim. Ülkemizdeki “STK’ların” ayırtedici özelliklerinin Çizelge 1’de sergilendiği gibi sınıflandırılabileceğini düşünüyorum (ÇAĞLAR, 2002):
Çizelge 1: Türkiye’de STK Biçimleri ve Başlıca Ayırtedici Özellikleri
Bilindiği gibi, Çizelge 1’de sergilenen “STK’ların” etkinlik alanları, yönetsel yapıları ile hak, yetki ve sorumlulukları farklı hukuksal düzenlemelerle biçimlendirilmiştir. Daha da önemlisi, bu “STK’ların” her birinin ilişkili olduğu toplumsal sınıf ve kesimlerin ekonomik, toplumsal ve kültürel özellikleri; dolayısıyla da algılama, düşünme ve davranış ilkeleri ve biçimleri büyük ölçüde birbirinden farklıdır. Öyle ki, “doğa korumacılığı” alanında etkinlikte bulunan gönüllü kuruluşların bile aralarında, sözgelimi bakış açıları yönünden kolaylıkla uzlaştırılamayacak farklılıklar bulunmaktadır. Dolayısıyla, Çizelge 1’de sergilenen “STK’ların” her birinin “doğa korumacılığı” alanında; i) sahip oldukları donanımlar, ii) görebileceği işlevler, iii) içinde bulunduğu sorunlar ve kısıtlar ile iv) geçirdikleri evrimin niteliği farklılık göstermesi beklenir ve/veya gerekir. Böylesi bir çerçeve göz önünde bulundurulduğunda, genel “STK” söyleminin yol açıcı olmadığı gerçeği daha kolay kavranabilecektir. Bu nedenle, amaçlanan ya da kastedilen “STK’nın” en azından yapısal özelliklerine açıklık kazandırılması, söylem birliği sağlamanın ve tartışmaların yeterince etken olabilmesini öncelikli koşulu olmaktadır. Bu koşul yerine getirildiğinde, “doğa korumacılığı” alanında hangi “STK’ların” ne türden işlevler üstlenebileceğine de açıklık kazandırılabilecektir.
Bilindiği gibi ülkemizde kamu yönetiminin yapısal özellikleri ve işleyişine, başta Anayasa olmak üzere çeşitli hukuksal düzenlemelerle açıklık getirilmiştir. Sözgelimi, 1982 Anayasasının “İdarenin Bütünlüğü ve Kamu Tüzel Kişiliği” başlığı altında yer verilen 123. Maddesine göre; “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür. İdarenin kuruluş ve görevleri merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır.”. Anayasanın 126. Maddesiyle “merkezi idare” ve 127. Maddesiyle de “mahalli idareler” ile ilgili yapılar düzenlenmektedir. Ayrıca Anayasanın 130, 133, 134, 135 ve 136. Maddelerinde de öteki kamu kurum ve kuruluşlarının yapılarına açıklık getirilmektedir. Bu bağlamda, Anayasanın, “Dernek Kurma Hürriyeti” ile ilgili 33, “Sendika Kurma Hakkı” ile ilgili 51, “Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşları” ile ilgili 135 ve “Kooperatifçiliğin Geliştirilmesi” ile ilgili olarak da 171. maddeleri önem taşımaktadır. Bu anayasal düzenlemelere karşın, Türkiye’de “STK’ların” kamu yönetimine işlevsel, yetkili ve sorumluluklu katılımlarını sağlayabilecek bütünsel kurumsal düzenlemeler bulunmamaktadır. Öyle ki, yakın zamanlara değin “STK’ların” çeşitli düzlemlerde işbirliği yapabilmeleri, dayanışmaya girebilmeleri de aynı Anayasayla büyük ölçüde kısıtlanmıştır.
Öte yandan, son yıllarda gündeme gelen “katılımcılık” söylemi ve uygulamaları “STK’ların” kamu yönetimine işlevsel katılımlarını sağlayabilecek bir yapıdan ve/veya işleyişten yoksundur. Daha açık bir söyleyişle; ülkemizde hangi “STK’nin”; i) hangi etkinlik alanında, ii) nelere, iii) ne zaman, iv) hangi düzeylerde, v) nasıl katılabileceği ilgili kamu kurum ve kuruluşu yöneticilerinin öznel değerlendirmelerine göre ve tümüyle rastlantısal biçimde belirlenmektedir. Sözgelimi; ülkemizde özel çevre koruma bölgeleri, milli parklar, tabiatı koruma alanları, tabiat parkları ile muhafaza ormanı, yaban hayatı koruma ve yaban hayatı geliştirme sahaları vb yerlerin ne belirlenmesi ne de yönetilmesine ilişkin planların hazırlanması ve uygulanması aşamalarında “STK’lar” bir yana ilgili yöre halkı da herhangi bir biçimde karar süreçlerine katılmaktadır. Ayrıca, 4856 sayılı Çevre ve Orman Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun’un 29 . maddesinde yer verilen Yüksek Çevre Kurulu ile Mahalli Çevre Kurulları’nda sınırlı sayıda “STK’ya” yer verilmiştir. Sözgelimi, Çevre ve Orman Bakanlığı Yüksek Çevre Kurulunun Çalışma Usül ve Esaslarına İlişkin Yönetmeliği’nin 4. maddesine göre Yüksek Çevre Kurulu’nda TOBB ile Türkiye Ziraat Odaları Birliği Başkanları dışında herhangi bir “STK’ya” yer verilmemiştir. Yönetmeliği 11. maddesine göre, Yüksek Çevre Kurulu’na yardımcı olmak üzere oluşturulacak “Çevre Teknik Komitesi”ne “STK’ların” katılımı ise “…Komiteye, çalışma koşullarının gerektirdiği hallerde, Komite Başkanının davetiyle diğer kuruluş ve sivil toplum temsilcileri de çağrılabilir.” biçiminde düzenlenmiştir. En son 15.4.2004 tarihinde yeniden düzenlenen Çevre ve Orman Bakanlığı Mahalli Çevre Kurulları Çalışma Usul ve Esasları Yönetmeliği’nin 5. maddesine göre, mahalli çevre kurullarında da ildeki ticaret, sanayi ve ziraat odalarının başkanları dışında hiçbir “STK” temsilcisine yer verilmemiştir. Başbakanlığın 2004/13 sayılı genelgesiyle oluşturulduğu belirtilen İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu’nda ise ilgili bakanlıkların müsteşarlarının yanı sıra “STK’lar” evreninde yine yalnızca TOBB Başkanı’na yer verilmiştir. * Öte yandan,
Kaçınılmaz olarak bireysel ve/veya kurumsal keyfi uygulamalara yol açan bu durum, bir yandan da “STK’lar” arasında dayanışmacı ortamların oluşmasını, işbirliği ilişkilerinin kurulmasını güçleştirmektedir.
oluşmuş mudur?
Açıktır ki, böylesi bir sorunun gerçekçi biçimde yanıtlanabilmesinin öncelikli koşullarından birisi, “uygun/gerekli” kültürel yapının ne olduğuna açıklık kazandırılmasıdır. <<“STK’lar” Doğa Korumacılığı Alanında Neleri, Nasıl Yapmalı ve Yapmamalı?>> sorusu özelinde “STK’lar” için “uygun/gerekli” kültürel yapının temel bileşenlerini şöyle kurguluyorum: i) açık olarak tanımlanmış ve üyelerinin en azından çoğunluğu tarafından benimsenmiş amaç, hedef ve ilkelerin varlığı **; ii) yeterince katılımlı demokratik düzeneklerin etkili biçimde işletilmesi; iii) sorun alanlarının, etkinlik konu ve yerlerinin/yörelerinin önceliklendirilmesi; iv) etkinliklerin dayandırılacağı eylem planları, programları ve projelerinin hazırlanabilmesi; v) dinamik, esnek bir yönetsel/organsal yapı; vi) gerekli nitelik ve nicelikte donanım (ortam, uzman personel, araç-gereç, bilgilik/belgelik, iletişim vb); Ne var ki, ülkemizde, bu koşulların sağlanabildiği kültürel yapılara sahip “STK’ların” sayısı, “doğa korumacı” etkinlikleri kalıcı başarılara ulaştırabilecek düzeyde değildir.
Öte yandan, ülkemizde, “STK’ların”, etkenlik düzeylerini yükseltebilecek birliktelikleri oluşturma becerisinin yeterince gelişmemiş olmasının da bu bağlamda sayılması gereken bir olumsuzluk olduğunu düşünüyorum: Öyle ki, ülkemizde “STK’lar”, “doğa korumacılığı” alanında da uzun soluklu, işlevsel ve dengeli işbölümüne dayalı, ilkeli, demokratik, katılımcı, dayanışmacı birliktelikleri oluşturabilmesi ve etkili biçimde işletebilmesi bir yana çoğunlukla yarışmacı ve kimi durumlarda da çatışmalı ilişkiler içindedir.
1980’li yıllarda ülkemizde de egemenleşen ekonomik, toplumsal ve kültürel ilişkilerin biçimlendirdiği değer yargıları “STK” evreninde de yeni yönelimlere yol açmıştır. Bu yönelim, temelde iki boyutlu bir süreç olarak gerçekleşmiştir.
i) “STK’ların” Katılmacılaştırılması:
Bilindiği gibi ülkemizde, özellikle 1961 Anayasasının sağladığı güvencelerle sendikaların, meslek örgütleri ile kooperatiflerin yanı sıra dernek ve vakıfların hem sayıları artmış hem de etkinlikleri yoğunlaşmıştır. Ancak, bu süreçte, “demokratik kitle örgütleri” olarak anılan bu kuruluşlar etkinliklerini hemen hemen tümüyle ilgi ve sorumluluk alanlarıyla sınırlandırmış; çoğunlukla da kamu kurum ve kuruluşlarıyla herhangi bir ilişkiye girmeden gerçekleştirmiştir. 1980’li yıllara değin uzanan bu dönemde kamu kurum ve kuruluşları da “STK’larla” herhangi bir düzlemde işbirliği yapma isteği ve çabası içinde olmamıştır. 1980’li yıllarda ise Dünyada siyasetin yataylaştırılmasına yönelik yaklaşımlar gündeme gelmiştir. Bu yaklaşımlar kapsamında, kamu kurum ve kuruluşları, artık “sivil toplum kuruluşları” olarak anılan sendika, oda, dernek, vakıf vb kuruluşlarla çeşitli düzlemlerde işbirliği yapmaya başlamıştır. Ne var ki, bu yönelime, ülkesel iç dinamiklerin bir sonucu olarak girilmemiştir: Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği vb oluşumların, devletin, yaşamın her alanında küçültülmesi ve denetlenmesine yönelik yaklaşımları kapsamında “STK’lara” da çeşitli işlevler verilmiş; destekledikleri projelerde kamu kurum ve kuruluşlarının “STK’larla” işbirliği yapmalarını sağlayabilecek boyutlara da yer verilmiştir. Ne var ki, bu süreçte, sendika ve kooperatifler gibi gerektiğinde karar süreçlerini etkileyebilme gücüne sahip “STK’lar” değil, dernek ve vakıflar gibi çoğunlukla böylesi güce sahip olmayan kuruluşların öne çıkarılmasına özen gösterilmiştir. Öte yandan, yine bu süreçte, daha önce de değinildiği gibi, “STK’ların” karar süreçlerine yetkili ve sorumluluklu olarak katılmaları yerine görüş üretme, öneri geliştirme toplantılarında bulunmaları; gündemdeki konuyla ilgili görüş ve önerilerinin alınmasıyla yetinilmiştir. Ancak; i) hangi “STK’ların”, ii) hangi görüş ve önerilerinin, iii) nasıl bir düzenekle ve iv) ne denli dikkate alınabileceği tümüyle rastlantılara bırakılmıştır. Daha açık bir söyleyişle, “STK’lar”, kamu yönetiminin “katılımcı” ya da “yönetişimci” yapılanmasında, deyiş yerindeyse bir tür “konu mankenliği” düzeyini aşmayan bir katılımcılığa yönlendirilmiştir.
1980’li yıllarda, “STK’lar” da, “serbest piyasacı” işleyişin bileşenlerinden birine dönüşme sürecine girmiştir. Bu süreçte de, temelde, dış dinamikler belirleyici olmuştur: Yine Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler ve AB örneği ülkelerarası kuruluşların yanı sıra çeşitli ülkelerde etkinlikte bulunan vakıf, oluşum, şirket vb kuruluşların parasal destekleriyle yürütülen projeler, bu tür projelerde yer alan “STK’ların”, giderek taşeronlaşmasına yol açmıştır. Öyle ki, bu süreçte, özellikle dernek, vakıf, kooperatif vb “gönüllü” kuruluşlar evreninde çok yönlü olarak sorgulanması gereken ;
Görüldüğü gibi, “STK’lar” evreninde, Türkiye’de de son derece önemli dönüşümler yaşanmakta ve dönüşümlerin bir kısmı yaşamsal önemde sorunları gündeme getirmektedir. Açıktır ki, bu dönüşümler, “STK’ların” kamusal alanlarda ve bu kapsamda da “doğa korumacılığı” alanında görebilecekleri işlevlerin etkenlik düzeyi düşürebilecektir.
Türkiye’de “STK’ların” sayısal olarak hızla arttığı etkinlik alanlarından birisi de “çevre/doğa korumacılığıdır”. Ne var ki, sayılarının yanı sıra etkenlikleri de giderek artan “STK’ların” başlıcaları yukarıda örneklenenlerin yanı sıra bir bakıma “doğa korumacılığı” alanına özgülenebilecek olumsuzluklar da bulunmaktadır. Sözgelimi, Türkiye’de “STK’ların” “doğa korumacılığı” alanında herhangi bir işlev üstlenmesinin yanı sıra üstlendiği işlevin niteliği de büyük ölçüde rastlantısaldır. Başka bir söyleyişle, ülkemizde, “STK’lar” arasında işlevsel yönden herhangi bir işbölümü bulunmamaktadır. Öyle ki; i) meslek örgütleri ile ekonomik amaçlı “STK’ların” çoğunluğu “doğa koruma” alanında herhangi bir işlev üstlenmemektedir; rastlantısal olarak üstlenenleri de etkinlik konularını ve biçimlerini rastlantısal olarak belirlemekte, yine rastlantısal olarak belirledikleri yerlerde ve zamanlarda gerçekleştirmeye çalışmaktadır; ii) “doğa koruma” alanında etkinlikte bulunmak amacıyla kurulmuş gönüllü örgütlerin de çoğunluğu aralarında etkinlik konuları, yerleri, biçimleri ve öncelikleri yönünden yatay ve dikey tümleşmelere olanak verebilecek bir çalışma düzeni içinde etkinlikte bulunmamaktadır; iii) birlikte eylem planı, çalışma programı vb belgeler hazırlayıp yürütmelerini sağlayabilecek düzenekler işletilmemektedir. Bilgi ve deneyim birikimini, etkinliklerin yatay ve dikey olarak tümleştirilmesini güçleştiren bu durum etkinliklerin verimlilik düzeylerini düşürmekte ve kalıcı başarıların elde edilebilmesini rastlantısallaştırmakta; özellikle gönüllü kuruluşlarda etkinlikte bulunan kişilerde kırgınlık, bıkkınlık ve yılgınlıklara yol açmaktadır.
2. Türkiye’de “Doğa” Korumacı Etkinlikler ve “Korunan Alanlar”
“Doğanın korunması”, yaygın olarak sanıldığının tersine, “yeni” sayılabilecek bir sorun değildir. Sözgelimi, ilk ulusal parkın 1872 yılında belirlenmesine bakıp bu gelişmenin temellerinin 19. Yüzyılın ikinci yarısında atıldığı öne sürülmektedir. Oysa; insanoğlunun “doğa korumacılığı”, deyiş yerindeyse çok eski bir öykü: Örneğin, Yunan söylencelerindeki “Toprak Ana”, yani Demeter de görkemli meşe ağaçlarını koruma altına almıştır. Sümerlerin yaklaşık üç bin yıldır söylenegelen ünlü Gılgamış söylencesinin öyküsü de Uruk Kralı Gılgamış ile savaşdaşı Enkidu’nun Tanrı Enlil’in koruma altındaki sedir ormanlarının bekçisi Humbaba’yı öldürme serüvenine dayanmaktadır. Öte yandan, tek tanrılı dinlerin çoğunda doğanın ve/veya herhangi bir öğesinin korunmasına yönelik buyruklara yer verilmesi de, bu kaygının bir ürünü olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, İnsanoğlunun doğa korumacılığına kalkışması çok eski bir öykü olmakla birlikte bu öykünün adlandırılması, hem Dünyada hem de ülkemizde yeni sayılabilecek bir gelişmedir ve tarihsel kökenleri de 16. Yüzyıla değin indirilebilmektedir. Günümüzde ise, “doğa korumacılığı”, başta “Ülkelerarası Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği” (IUCN) olmak üzere ülkelerarası düzlemde etkinlikte bulunan çeşitli kuruluşların girişimleriyle de çok boyutlu bir etkinlik alanına dönüşmüştür. Bu alanda çeşitli kişi, kurum ve kuruluşlar tarafından farklı yaklaşımlarla tasarlanan ve yürütülen etkinliklerle yaşamsal önemde kazanımlar elde edilmiş; 2000’li yılların başlarına değin herhangi bir biçimde koruma altına alınmış alanların sayısı 102 102’ye, genişliği ise 18,8 milyon km 2’ye ulaşmıştır (IUCN 2003). Başka bir söyleyişle; son kırk yıl içinde korunan alanların sayısı onbir, genişliği de yaklaşık sekiz kat artmıştır. Öyle ki, yalnızca son on yıl içinde toplam 6,5 milyon km 2 genişliğinde 53,7 bin alan koruma altına alınmıştır. Bu eğilim, doğal olarak ülkemizde de yaşanmış; 1980’li yılların başlarında çıkarılan 2872 sayılı Çevre, 2873 sayılı Milli Parklar ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma yasalarının kazandırdığı ivmeyle korunan alanların sayısı 876’ya, genişliği de 3,9 milyon hektara çıkarılmıştır. Ayrıca, 500 dolayında “doğal sit” belirlenmiştir ve çoğunluğu henüz yasal olarak herhangi bir koruma yapısına kavuşturulmamış 997 bin hektar genişliğinde 70 sulakalanın da yerel olanaklarla korunmasına çalışılmaktadır.
“STK’ların” da çeşitli düzey ve biçimlerde katkıda bulunduğu bu olumlu gelişmelere karşın, “doğa korumacılığı” alanında yaşamsal önemde olumsuzluklar yaşanmaktadır. Öyle ki, bu olumsuzluklar, “STK’ların” bu alandaki etkenlik düzeylerini de düşürebilmekte; en azından yükseltilebilme olanaklarını kısıtlamaktadır.
içselleştirilebilmiş midir?
“Doğanın korunmasına” yönelik etkinlikler, Türkiye’de de, ağırlıkla, herhangi bir gerekçeyle koruma altına alınmış alanlar ve kısmen de varlıklar özelinde yoğunlaştırılmıştır. Gerçekte, “çevrenin” korunmasına ve/veya “çevre sorunu” sayılan oluşumların önlenmesine yönelik etkinlikler, doğrudan ya da dolaylı olarak “doğanın korunması” amacına da katkıda bulunabilmektedir. Ancak, katkının düzeyi, biçimi, etkenliği ve sürekliliği büyük ölçüde rastlantılara kalmaktadır. Çünkü “çevre koruma” politikaları ülkemizde de, ağırlıkla sorun, “doğa korumacılığı” alan odaklı yaklaşımlarla biçimlendirilmiş; sorunlara kaynaklık eden süreçlerin dönüştürülmesi bu politikaların öne çıkan bir amacı olamamıştır. Dolayısıyla da, ülkemizde, “çevrenin korunması” kaygısı temel yaşama etkinliklerine gerektiğince içselleştirilememiştir. Bu yaklaşımın “doğa korumacılığı” alanında da egemen olduğunu; dolayısıyla da benzer sonuçlar verdiğini düşünüyorum. Bu nedenle, Melih Cevdet Anday’ın şu gözlemini son derece açıklayıcı buluyorum: <<- Otobüsle Güneydeki köyümüze giderken Milas’a yakın Bafa Gölü’ne merakla baktım, ama göremedim. Çünkü benden önce bir ressamımız bakıp yorumlamamıştı bu gölü. Nasıl görebilirdim?>>.
oluşturulabilmiş midir?
Bu bağlamda önce, öne süreceğim tezlere dayanak olabilecek kimi yaklaşım biçimlerini, hukuksal düzenleme ve uygulamaları örneklemek istiyorum. İlk yaklaşım biçimi örneği ressam, yazar, sanat tarihçisi ve gazeteci Gürol SÖZEN’den (SÖZEN 1996); Sözen’e göre;
<<Doğayı ben ağaçlar, çiçekler, böcekler olarak görmüyorum. Doğanın yok edilmesi ağacın, suların yok edilmesiyle ilgili değil. Bu insanoğlunun hüznünü ve kısa süreli mutluluklarla beraber ışığın, renklerin, müziğin, şiirin, hatta tragedyanın, bu doğrultuda masalların da yok edilmesi anlamını taşıyor.>>
İkinci örnek felsefeci Nermi UYGUR’dan (UYGUR, 1984): Uygur’a göre;
<<Kendini doğada yitirmeyen doğayı anlayamaz. Deniz kıyısında canı sıkılan; dere şırıltısını budalaca bulan; kırlara bakan penceresinin perdelerini kapayan; kardan korkan; hayvanlardan iğrenen; böceklerden tiksinen; rüzgara öfkelenen; yağmura kızan, yazın Güneylere, kışın dağlara uzanıyorsa ‘-Ben de oralara gittim’ diye böbürlenmekten başka bir amaç gütmemiştir.>>
Üçüncüsü, Zaman Gazetesi’nden Göksel Geçin’in 16.01.2005 Tarihli haberinden: Habere göre;
<<Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü Mustafa Kemal Yalınkılıç, eko-tarım ürünleriyle AB pazarlarında yüksek gelir sağlamayı hedeflediklerini söyledi. Yalınkılıç, Dilek Yarımadası Menderes Deltası Milli Parkı Uzun Devreli Gelişme Planı çerçevesinde tarıma uygun Hazine arazilerini çiftçilere kiralayacaklarını belirterek, Almanya ve Hollanda gibi ülkelerden talep aldıklarını kaydetti. Almanya, Çanakkale’deki Troya Tarihi Milli Parkı için teklif verdi. Hollanda ise büyükelçilik düzeyinde başvuruda bulundu.>>
Dördüncüsü Çevre ve Orman Bakanı Osman PEPE’den; Pepe’nin 7 Mayıs 2005 günü, Ankara yakınlarındaki Beynam Ormanı’nın “Ankara Kent Ormanı” olarak yararlanmaya açılmasına ilişkin konuşmasından *:
<<Soğuk Su Milli Parkını Ankara Büyükşehir Belediyesi ile yapmış olduğumuz protokolden sonra piknik yapılabilmesi için, mesire alanı olarak kullanması için onlara tahsis ettik.>>
Aşağıdaki aktarmalar ise ilgili kimi hukuksal düzenlemelerden:
Anlamlı bir uygulama örneği de bir tabiatı koruma alanından: Muğla’nın Milas İlçesinde, Sırtlandağı yöresinde bulunan 784 hektar doğal halepçamı topluluğu, 1988 yılında “tabiatı koruma alanı” olarak ayrılmıştır: 17.8.1988 tarihli olur yazısında belirtildiğine göre; “…Muğla Orman Bölge Müdürlüğü Milas İşletmesi hudutları dahilinde bulunan Sırtlandağı mevkii, ülkemizde sadece iki tabii yayılış alanı bulunan halepçamının (Pinus halepensis) yer aldığı nadir bir orman ekosistemi olup ayrıca zengin bir yaban hayatı potansiyeline sahip bulunuşu ile de eşsiz bir tabiat parçası özelliğini göstermektedir. Bu özellikleri ile saha 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu’nun 2. maddesinde belirtilen tabiatı koruma alanı kriterlerine haiz bulunmaktadır.” Aradan yedi yıl geçmiştir ve 23.2.1995 tarihinde Milli Parklar ve Av-Yaban Hayatı Genel Müdürlüğü Bakanlığa başvurarak; “…Bakanlık Makamının…sayılı olurları ile ilan edilmiş olan Sırtlandağı Halepçamı Tabiatı Koruma Alanı sınırları içerisinde belli bir kesimin doğal dokusu tamamen bozulmuş olup tabiatı koruma alanı olarak ilanını gerektiren kriterler ortadan kalkmıştır. Bu nedenle Tabiatı Koruma Alanı’nın ekli haritasında sınır değişikliği yapılarak alan sınırları 760 hektar olarak yeniden belirlenmiştir.”. Dönemin Genel Müdürü Nevzat CEYLAN imzalı bu başvuru yine dönemin Orman Bakanı Hasan EKİNCİ tarafından hemen uygun bulunup onanmıştır *.
Bu aktarmalar; i) ülkemizde “doğa korumacılığı” alanında da yoğun kavram, yaklaşım biçimi, amaç ve öncelikli eylem biçimi farklılığının yaşandığını; ii) karmaşanın yalnızca düşünsel alanda yaşanmadığını ve çeşitli uygulama alanlarına da yansıdığını; bu kapsamda, iii) egemen üretim ilişkilerinin gerektirdiği durumlarda yasalarla güvence altına alınabilmiş “korunan alanların” da, deyiş yerindeyse, kolaylıkla gözden çıkarılabildiğini açıklıkla ortaya koymaktadır.
Türkiye’de korumacı yapılar üzerinde tanım ve yönetim birliği de sağlanamamıştır. Bilindiği gibi, ülkemizde, yalnızca “doğa koruma” amaçlı;
yapıları bulunmaktadır. Ayrıca, bilindiği gibi gündemde bir de UNESCO-MAB Programı kapsamında yer verilen “biyosfer rezervleri” ile Conservation International ve BirdLife International tarafından geliştirilen ölçütler temel alınarak belirlenen “önemli doğa alanları” (“Key Biodiversity Areas”) gibi yeni sayılabilecek kavramlar vardır *.
Görünüşe bakılırsa, bu, kolaylıkla yanıtlanabilecek bir sorudur. Çünkü; herhangi bir koruma yapısına kavuşturulan alanlar belli bir kurum ve/veya kuruluş tarafından belirli ölçütler temel alınarak belirlenmekte ya da belirli içerikte bir gerekçeye dayandırılmakta; olanakların elverdiğince yönetimi planlanmakta ve çeşitli önlemlerle de korunmaya çalışılmaktadır.Ancak, böylesi bir yapılanmada;
Açıktır ki, bu çeşitlilik; neredeki, hangi “STK’ların”, hangi koruma yapıları özelinde, ne türden işlevler üstlenebileceği ve/veya üstlenmesinin daha etkili olabileceği ve kalıcı sonuçlar verebileceği sorularının yanıtlanmasını büyük ölçüde güçleştirmektedir. Gerçekte, herhangi bir kurum ya da kuruluş tarafından bu güçlüğün aşılmasına yönelik etkili ve yaygın bir çaba da gösterilmemektedir. Bu gerçeklikler, “STK’ların”, doğa korumacılığı alanında yapabileceklerinin niteliğini ve sınırlarını da ortaya koymaktadır.
3. “STK’ların” Görebileceği Temel İşlevler
Bilindiği gibi, “doğa korumacılığı” alanında iki temel işlevin görülmesi gerekmektedir:
Kimileri bitimli, kimileri de sürekli olan bu işlevlerin kapsamındaki iş ve işlemlerin, yeğlenen ya da egemen olan “doğa korumacılığı” yaklaşımının gereklerine göre biçimleneceği; yer ve zaman olarak önceliklendirileceği ve/veya ağırlıklandırılacağı açıktır. Yine açıktır ki, “STK’ların” bu alanda görebilecekleri işlevler de; i) “STK’ların” yapısal özelliklerine; ii) koruma yapısına kavuşturulmuş alanların ekolojik, toplumsal, ekonomik ve kültürel koşullarına ve iii) ilgili kamu kurum ve/veya kuruluşunun “STK’larla” işbirliği yapma anlayışı ile bu anlayış doğrultusunda biçimlenen hukuksal ve kurumsal düzenlemelerin gereklerine göre biçimlenebilecektir. “STK’lar”, ancak bu gerçeği göz önünde bulundurarak işlev üstlenebildiklerinde, “doğa korumacılığı” alanında da yaşamsal önemde katkılar sağlayabilmektedir. Bu gerek yerine getirilmediğinde; daha açık bir söyleyişle, her “STK” her türden işlevi, iş ve işlemi üstlenmeye kalkıştığında ve/veya üstlendiğinde, kişiler, kurum ve kuruluşlar arasında çeşitli çatışmaların yaşanması bir bakıma kaçınılmaz olmaktadır. Herhangi bir biçimde koruma altına alınmış ortamlar, varlıklar ve süreçler özelinde hangi “STK’ların” ne zaman, ne türden işlevleri üstlenebileceğine; üstlendiği işlevleri nasıl bir yaklaşımla, hangi araç-gereç, personel ve tekniklerle ne zaman yerine getireceğine açıklık kazandıran yatay ve dikey olarak tümleşik eylem planlarının hazırlanması ve uygulanması, bu türden çatışmaları en aza indirebilecektir.
Öte yandan; yukarıda öne sürülen tezlerden hareketle, “STK’ların” doğa korumacılığı” alanında aşağıda genel olarak örneklenen etkinlik alanlarında etkinlikte bulunmalarının hem olanaklı hem de yararlı olduğunu düşünüyorum:
“Doğa korumacılığı” alanında görebilecekleri işlevlerin “STK’ların” yapısal özelliklerine göre farklılaştırılması gereği, açıktır ki, birbirinden tümüyle bağımsız, etkileşimsiz etkinlik alanlarının oluşturulmasına yol açmaması gerekmektedir. Çünkü, yapısal özelliklerinin, dola Son Güncelleme: 14 Kasım 2010
|